gezi
korosunun kadın üyelerinin incecik sesleriyle söy-
ledikleri ilahiyi dinledikten sonra dışarı çıktım.
Sırada 2014 yılında Gürcü Ortodoks Kilisesi tara-
fından “Kutsal Şehir” ilan edilen Mtskheta vardı.
Yağmur hızını artırmıştı. Burada da bir katedral
ziyaretinden sonra Tiflis’in yeni şehir bölümüne
geçme zamanımız gelmişti.
Tiflis’in sembollerinden biri sayılan büyük saate
bakıp zamanın nasıl geçtiğini düşünürken, turistle-
rin uğrak noktası olan Shardeni Caddesi’ne doğru
yol aldım. Yemek yemek ve bir şeyler içmek için
ideal bir yerdi. Ne de olsa ertesi gün yine uzun
olacak ve enerjiye ihtiyacım olacaktı!
Yürüyerek Tiflis
Ertesi gün Tiflis’te son günümdü. Son günü iyi de-
ğerlendirmem ve gezmediğim tüm yerlerin listesini
çıkarmam gerekirdi. Kahvaltı sonrası ilk rotam
Sameba Katedrali’ydi.
1995 – 2004 seneleri arasında inşa edilen ve
dünyanın 3. en yüksek Ortodoks Katedrali olan
Sameba, şehir merkezindeki tepede kurulmasının
da etkisiyle şehrin her yerinden kolayca görülebili-
yordu. Katedralin geniş ve ferah avlusuna girince
orada bulunan minik su fıskiyesinden insanların
su içtiğini gördüm. Her su içen derin bir “oooh”
çekiyordu. Nasıl bir su olduğunu merak ederek
ben de fıskiyeye ağzımı dayayıp birkaç yudum
içtim. Dağlardan gelen soğuk kaynak suyu olduğu
belliydi. Tiflis’in kavuran sıcak havasına birebirdi!
Katedralin içine girdiğimde karşılaştığım ikonlar,
resimler, heykellerle bir müzeye girmiş gibi hisset-
tim kendimi. Tavanı da öylesine yüksekti ki… Bu
yapıya büyük bir bütçe ayrıldığı çok belliydi.
Katedralden çıkınca geniş avludan geçip tekrar
şehre doğru yol aldım. Narikala’ya doğru ayakları-
ma kuvvet yürümeye başladım. Kura Nehri’nin bir
ucundan kalkan teleferiğe binip kaleye geçiş hem
hızlı hem de şehrin üzerinden uçuş ile heyecan-
lıydı.
Kaleye giderken Kartlis Deda Heykeli bana selam
verdi. 1958 yılında inşa edilen heykel, Kartlis
Anne olarak bilinen Gürcü kadınını sembolize
ediyordu. Bir elindeki kase ile dostlarına şarap
sunması, diğer elindeki kılıçla da düşmanlarına
karşı savaşması anlatılıyordu.
Narikala’ya teleferikle birkaç dakika sonra vardı-
ğımda şehrin ayaklarımın altındaki görüntüsünü
ölümsüzleştirmek için birkaç fotoğraf çekmeden
edemedim.
Kalenin tam arkasında ise “Ulusal Botanik Parkı”
yer alıyordu. Yamaçtan parka inip “1 Laaağğğğriii”
ödedikten sonra geniş bir alana yayılan parkta
yürümeye başlayabilirdim.
Yeşilin tüm tonları ve erguvanın koyu pembe
tonuyla burasının baharda bir başka olduğunu
düşündüm. Tiflis’e gelinecekse bahar için program
yapmak çok daha iyi olabilirdi.
Tiflis’in kavurucu güneşinden sonra botanik par-
kında ağaçların gölgesi ve kuşların tondan tona
cıvıl cıvıl ötmeleriyle cennetin kapısını aralamış
gibi hissettim. Kafkasya’nın ilk botanik parkı olma
özelliğine sahip olan bu park, 1845 yılında ku-
rulmuştu. Saatlerin nasıl geçtiği anlaşılmayan bu
parkta bir de minik şelale vardı. Su sesinin insan
ruhunu sakinleştirdiği bilinen bir gerçek ise,
Tiflis’teki Ulusal Botanik Parkı da mutlaka uğran-
ması gereken yerlerdendi.
Sayılı günler çabuk geçerdi. Benim de ışıklar şehri,
yeşilliklerin anası, etli – hamurlu mutfakların
kralı, şarap çeşit zengini olan bu şehre veda etme
zamanım gelmişti.
Gece kalkan uçağımdan şehrin sarı
ışıklandırmalarına göz kırparak, “Belli
mi olur bir daha gelirim belki!” dedim.
245




