gezi
244
yerinden kımıldamadan gelenlere ev sahipliği yapıyordu. Belki de türkünün “Kara
tren gecikir, belki hiç gelmez” dizeleri bu tren için yazılmıştı!
Karaağaç’a gelip, Lozan Anıtı ve Kara Tren’i gördükten sonra rektörlük binasının
karşısındaki şirin cafelerde oturup soğuk bir şeyler yudumlamak adettendi. Biz de o
adete uyduk. Sıcaktan kavrulan içimizi soğuk bir sodayla sakinleştirdik.
Sırada şehir merkezine inip asırlara meydan okuyan camileri görmek vardı. Yolumu-
zun üzerindeki Sv. Georgi Bulgar Kilisesi’ne uğramadan da olmazdı! 1880 yılında
açılan kilise, Balkan Savaşı’nı da atlatarak günümüze kadar gelmiş.
Kilise, ara sokaklarda o kadar minik bir yapıydı ki, ancak tabelalar ile bulunabili-
yordu. Kilisenin kapısına gelince kapalı olduğunu gördük. Kapıyı iki kez çalmamıza
rağmen açan olmadı. Kilisenin kapısında pazartesi günleri hariç her gün 09.00
– 17.00 saatleri arasında açık olduğu yazıyordu. Buna rağmen kapıyı açmamakta
direniyorlardı sanki!
Pes edip yollara düşerken, “1 dakika ya, ben bu kilisenin kapısından döndüysem,
başkaları dönmesin bunu yazmalıyım” dedim. Söylenerek kiliseye dönüp kapıdaki
yazının fotoğrafını çekerken, kilise görevlisi birden dumanın vücuda dönüşmesi gibi
bahçede bitiverdi! Söylediklerimi duyduğundan mı bilemiyorum, hemen kapıyı açıp
bizi içeri davet etti.
İçerisi bir kiliseden çok, müzeye benziyordu. Dini resimlerin, ikonların yer aldığı bu
kilisede kanaviçe örtü bile bir sehpanın üstünde yer alıyordu. Bulgar folklorik kıya-
fetleri de kiliseden çok, müze havasını kanıtlıyordu. Buradaki ziyaretimizden sonra
merkeze doğru yolumuza devam ettik.
Selimiye Cami Tüm Görkemi ve
Dört Minaresiyle Selamlıyordu
İstanbul’un fethine kadar 92 yıl Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapan bu şehirde ta-
rihin en önemli tanıkları camilerdi. Mimar Sinan’ın “Ustalık eserim” dediği Selimiye
Camii, Edirne’ye girmeden tüm görkemiyle dört minaresiyle sizi selamlıyordu.
Camiiden içeri girerken ayakkabılarınızı koymanız için torba alıyordunuz. Kimisi
ayakkabısını yanında taşımak isteyebilirdi. Şunu yazmadan geçemeyeceğim, Selimi-
ye Camii tüm işlemeleri, büyüklüğü, görkemi ile insanın ruhunu şenlendirirken yet-
kililerin dikkat etmesi gereken bir şey atlanıyordu. Camiinin içi tarihe
ve bu güzel esere yakışmayacak şekilde ayak kokuyordu. Halbuki gül
suyu ya da buna benzer kokularla camiinin içindeki hava temizle-
nebilirdi. Dayanamayarak çıktım dışarı. Tanrı – Allah – İlahi Güç ile
bütünleşmem için illa bu camide olmama gerek yoktu.
Nefes Sayısı
Edirne’nin en eski camii olan, 1414 yılında inşaatı tamamlanan Eski
Camii’ye gitme zamanı gelmişti. İçerisi Selimiye Cami’nin aksine
amber kokuyordu. Caminin duvarlarındaki Arapça yazılar insanın içine
işliyordu. Özellikle cenine benzeyen VAV ile hayata gelişimiz ve hayat-
tan ayrılışımızdaki dünyevi haller gözümün önüne geldi.
Bana doğumu, yaşamı, ölümü ve nefes sayısını hatırlatan Eski
Camii’de epey zaman geçirdim. Nefes sayımız belliyken, bizim yapabi-
leceğimiz sadece doğumdan son nefese kadar kaderimizi şekillendir-
mekti. Allah’a dua ettim… Her şeyin hayırlısını dilerken, kaderimi de
en hayırlı biçimde şekillendirmeyi diledim. Nefes sayım belliydi zaten.
Sonra gideceğim yer de belliydi… Birden gelip bire dönecektim. Çünkü
O’nun bir parçasını taşıyordum…
Ruhumu Doyururken
Bedenim “Ben de Açım” Diyordu
Edirne’de ruhumu doyururken bedenim, “ben de açım” diye isyan ediyor-
du. Bedenime kulak vererek hayatta Edirne’den başka bir yerde yeme-
diğim ciğeri yemek üzere bir restorana doğru yol aldım. İncecik kağıt gibi




