haber
169
“Daha önce en fazla Ham-
burg gemi in
û
a fuar
ı
gibi
çok büyük ama kesinlikle
“teknik” bir fuardan ötesi-
ni görmedi
ğ
imden olsa ge-
rek
ù
saloni beni avucunun
içine alm
ıû
oradan oraya
sürüklüyordu. ”
“
Ustanın yaptığı
yaptık
, yapamadığı
model
dir…
” Mobilyacılar arasında sık söylenen bu sözü buraya
bahsettiğimiz kitlenin kendilerine ve zanaatlerine yönelik özgüvenlerinin ne derece yüksek olduğunu
işaret etmek için koyalım ki onları tanıtmaya eksik başlamayalım.
Güzel bir bahar havası ile kendimden geçmiş olarak dünyanın en önemli mobilya fuarını ilk kez gezdi-
ğim Nisan 2007’de Milana Fuar alanındayız. Adeta hızlandırılmış bir sanat tarihi dersi olan bu müthiş
gösteri başımı döndürmeye yetmişti. Daha önce en fazla Hamburg gemi inşa fuarı gibi çok büyük ama
kesinlikle “teknik” bir fuardan ötesini görmediğimden olsa gerek İsaloni beni avucunun içine almış
oradan oraya sürüklüyordu.
Sağ olup bu fuar hakkında Reşat Ekrem Koçu ya da Evliya Çelebi yazsaydı herhalde sözlerine şöyle
başlarlardı: “Debdebesiyle Alamut Kalesi’yle yarışır stantların, cağcağasıyla mehterana yakışır çeşitli
musiki aletlerinin ve gulgulesiyle padişah davetlerine denk sazende ve hanendelerin arzı endam ettiği,
topuğuna dahi bakmaya yürek dayanmayan dilberlerin hostes namıyla sizleri karşıladığı…”
Bugün bir fuar elbette böyle anlatılmaz. Fakat detaylara önem verenlerin ve benim gibi gördükleriyle
adeta sermest olanların muhteşem mobilyalar, inanılmaz avizeler, gözlerinizi alamadığınız kumaşlar,
adeta orası için yapılmış gibi uyumlu duran muhteşem orijinal tabloların ya da heykellerin yanında
gördükleri böyleydi.
İlk şaşkınlığımı attıktan sonra “acaba herkes benim kadar etkileniyor
mu” diye etrafımı gözlemlemeye başladım. Adeta insan seli gibi salonlar
ve stantlar arasında dalgalanan on binlerce profesyonel ve meraklının
pek azının aynı heyecanı yaşadığını gördüm. Evet, hepsi heves ve aceley-
le oradan oraya koşuyor, katalog toplamak, fotoğraf çekmek ve ilgililer-
den ürün hakkında bilgi almak ya da oturup pazarlık yapmak için birbir-
leri ile yarışıyorlardı. Fakat çoğunluğu karşılarında endüstriyel bir pazar
şovu olduğunun bilinciyle “işlerine odaklanıp” bütünü kaçırırken ikide
bir saatlerine bakıyorlar ve sıklıkla “burada çok vakit kaybettik, daha
üçüncü salona gidemedim bile…” şeklinde sızlanıyorlardı. Onca ‘kala-
balığa rağmen yalnız dolaştığım saatlerin ardından modern bölümdeki
salonlardan birinde benim heyecanımı farklı bir şekilde paylaşan biriyle
karşılaşmamızdan biraz bahsedeyim.




