merkezi. Yürüyerek ya da dolmuşla merkeze ko-
layca ulaşabiliyorsunuz. Bunun dışında iyi bir yönü
nedir diye çok düşündüm ama bulamadım.
Yatağıma örttükleri pikede kocaman bir delik vardı.
O delikten ayağım geçebildiği gibi, kafam da geçebi-
liyordu. Biraz daha zorlasam tüm vücudum geçerdi.
Buradan misafirlerine verdikleri değeri anlarken, o
şokla bu pikenin fotoğrafını çekmeyi unuttuğumu
da eklemeliyim.
İlk gece öyle çok üşüdüm ki, kâbuslar görmeye baş-
ladım. Bir battaniye bulurum umuduyla odamızın
karşısındaki resepsiyonu aradığımda, çalan telefo-
nun zil sesini duymama rağmen, kimsenin cevap
vermemesini de yadırgadım. Başa gelen çekilirdi.
Bavulumu açıp elimde ne varsa üst üste giyip cenin
şeklinde yatağıma kıvrıldım.
Sabah kahvaltısı ise yine beni şaşırtan unsur-
lardandı. Kepekli ekmek olmamasını geçtim, bir
gün öncenin bayat ekmeklerini güzelce dilimleyip
ortaya koyuyorlardı. Bayat ekmek ve sallama çay ile
kahvaltı yaparken, tereyağı yerine de minik kutular
içindeki margarini ve markasını duymadığım reçel-
leri gördükçe bu otele kimin 4 yıldız verdiğini de
sorguladım.
Çalışanların ise üniforması yoktu. 18 – 19 yaşında-
ki kot pantolon, şort, penye, terlik kombinasyonlu
kıyafetlere bürülü gençler hizmet ediyordu. Kimin
çalışan, kimin konaklayan olduğunu anlamaya
imkân yoktu. Bir gençten küllük istediğimizde,
elinde küllük ve bir tabak dolusu kahvaltıyla geldi.
Küllüğü bizim masaya bıraktıktan sonra yanımız-
daki masada kahvaltı yapmaya başladı. O sırada
konaklayan birinden hizmet aldığımızı düşünüp çok
utanarak, çocuktan özür diledik. Çocuk gayet doğal
bir şekilde, “Ben burada çalışıyorum zaten” dedi.
Otelin yöneticilerinin hizmet anlayışında çalışanla-
rın ayırt edilmesi için özel bir kıyafet almaya bütçe
ayırmak yoktu demek ki!
Kahvaltıdan sonra resepsiyonun karşısında beyaz
bir A4 kağıdın üzerine “Müşteri İlişkileri” yazan ma-
sada oturan bayana yöneldim. Gece üşüdüğümüzü,
resepsiyonun cevap vermediğini, pikemdeki koca-
man deliğin gece kıçımı açıkta bırakması dolayısıyla
kabus gördüğümü belirttim.
Müşteri ilişkilerindeki bayan sanki merkezi ısınma
sistemi varmış gibi bilgiç bilgiç klimanın soğuk
ayarlı olduğunu söyledi. Klimayı açmadığımızı, nasıl
çalıştığını bilmediğimizi söyledim. Bu sefer balkon
kapısını açık mı unuttuğumuzu sordu. “He biz
psikopatız, üşüyünce balkonun kapısını açıp daha
da donmak en büyük hobimiz” şeklinde bir cevap
verdim. Müşteri ilişkilerindeki bayan, resepsiyonda
çalışan elemanlarının gece havuz kenarında dolaş-
tığını, sarhoş turist havuza düşerse cankurtaran
görevi gördüğünü söyleyince, kendimi komedi fil-
mindeki bir kahraman gibi hissedip, kameranın ne
taraftan çektiğini görmek için çevremi inceledim.
Otelden bu kadar bahsetmem yeterlidir sanırım.
Bunlara rağmen hayatımda en eğlendiğim tatillerin
başında gelen günlerimi anlatmaya devam!
BU ÇARPICI MANZARAYA
KURBAĞA ÇOK YAKIŞIR!
Kahvaltı sonrasında durağımız Azmak Çayı’ydı. Bu
çay öylesine soğuktu ki, ayağınızın ucunu soksanız,
saç tellerinizin ucuna kadar irkiliyordunuz. Hikâyeye
göre, Marmaris halkı güneşte kavrulup esmer bir
tene sahip olurken, evlilik çağına gelen genç kızlar
iki haftalık kürle, sabah - akşam bu çaya girip tenle-
rini beyazlatıyorlarmış. Suyun içerisindeki karbonat
miktarı tenin tonunun açılmasına yarıyormuş. Sonra
da bembeyaz tenli olarak evlenen genç kızımız,
zamanla eski koyu rengine kavuşuyormuş!
Azmak Çayı’nın üzerinde teknelerle gezerken suyun
berraklığı beni şaşkına çevirmişti. Suyun altı sanki
farklı bir gezegen gibiydi. Yeşilin tüm tonlarına
sahip upuzun yosunlar ve bitkiler suyun yüzeyine
kadar uzanıp, teknemiz üzerlerinden geçtikçe sağa
– sola sallanarak sanki bizi yakalamak istiyorlar-
dı. Suyun mavisi öyle bir maviydi ki, literatürde o
rengin ismi nedir bilemedim. Çayın durgun suları
üzerinde yüzen ördekler ise, insana masal diyarın-
da olduğu hissini veriyordu. O sırada bir kurbağa
bulsam, öptüğümde prense döneceğine inancım
tamdı! Bu manzaraya kurbağadan bir prens ne de
yakışırdı!
Azmak Çayı’ndaki turumuzdan sonra indiğimiz
iskelede Gökova Turu için bir başka tekneye geçtik.
Sezon henüz açılmadığı için teknenin terasında
yoğun bir sıcaklık hissetmiyorduk. Açık denizde
sağda ve solda yeşillere bürülü minik adacıklara
selam vererek yol alıyorduk. Gelibolu Adası, İnce
Kum, Sualtı Mağaraları ve Lacivert Koy’da verilen
yüzme molalarında her bir koyda farklı bir mavinin
tonunu keşfettim. Fakat bu duraklardan en çok
Sedir Adası’nı sevdim.
KLEOPATRA’NIN AYAKLARINA
TAŞLAR DEĞMESİN DİYE
MISIR’DAN ONLARCA GEMİYLE
KUM GETİRİLMİŞ ADAYA!
Rivayete göre Kleopatra’nın ayaklarına taşlar değ-
mesin diye Mısır’dan onlarca gemiyle kum getirilmiş
ve adaya bırakılmış. Bu kumlar öylesine yumuşaktı
ki, insanın ayakları kumların içinde kayboluyordu.
Kumlar koruma altına alınmış, turistler ancak iske-
leden denize girebiliyor ve ancak deniz içerisinde
kumu hissediyordu. Sahil kenarındaki kumların
çevresi iplerle kuşatıldığından içeri girmek yasaktı.
Denizde yüzüp iskeleye çıktığımda kuledeki gözlem-
ci ayaklarımdaki minik birkaç kumu görmüş, tekrar
denize girip kumları dökmem için beni uyarmıştı!
Sedir Adası’ndaki agora ve tiyatro da görülmeye
değer yerler arasındaydı. Helenistik, Roma ve
Bizans dönemlerinde adadaki yaşamın izleri, günü-
müze kadar uzanıyordu. Adanın büyük bir deprem
sonrasında terk edildiği söyleniyordu. Hoş, o adada
o güzelim doğanın içinde ölüm bile vız gelirdi ya
neyse…
Sedir Adası’na gittiğinizde birçok horoz ve tavukla
karşılaşmanız da olası. Hatta şezlongda yatarken
horozun biri bana musallat oldu. Sanki ataları
badem kraker yemiş gibi, krakerime ortak oldu.
Kraker bitince de yanımdan ayrılmayıp gagasıyla
beni dürterek, “Hadi kızım, başka vereceğin yiyecek
bir şey yok mu?” dercesine haraç istedi.
Gökova Tekne Turumuz bitince, otobüsle Âşıklar
Yolu’na doğru rotamızı belirledik. Otobüs şoförümüz
hızlı manevralar yapan, “muz kabuğuna basarsan
252
gezi
marmaris




