gezi
belgrad
257
sokakta karşılaştığım kaç tane kadın sordu, sayma-
dım. O zaman
anladım ki, Türkiye gerçekten modanın merkezi!
Fakat Sırplar o kadar sıcakkanlı ki, diyelim yolunuzu
kaybettiniz, size yardım etmek için parçalanıyorlar
ve doğru yola gittiğinize emin olmak için sizi sıkı bir
markaja alıyorlar.
TITO’YA DEDİM Kİ…
Belgrad’da havanın güzelliği, çocuk parklarından
yükselen çığlıklardan anlaşılıyordu. İşte ertesi gün
tam da böyle bir gündü!
Yugoslavya Başkanı Marshal Josip Broz Tito’nun anıt
mezarını ziyaret etmek için böyle güneşli bir güne
ihtiyacım vardı! Avrupa’nın en etkin Anti Nazi hare-
ketinin başı, Boşnaklardan Makedonlara, Sırplardan
Hırvatlara kadar birçok milleti tek bir çatı altında,
Yugoslavya’da, birleştiren bu başkanın mezarını zi-
yaret etmeden Sırbistan’dan ayrılmamalıydım.
Tito’nun mezarına yemyeşil ağaç fonlu yollardan ge-
çerek ulaştım. Öncesinde isteyen Beijingli modern
sanatçıların müzesini gezebiliyordu. Sonra çim ko-
kusu ile ferahlık veren oksijeni bol havayı soluyarak
Tito’ya tüm dünyadan gelen hediyelerin sergilendiği
müzeye geçiliyordu.
Bu müzede yok yoktu! Dünyanın dört bir yanından
gelen çalgı aletlerinden bıçaklara, oyuncak bebek-
lerden milli kıyafetlere kadar her şey vardı!
Sonunda Tito’nun mozalesine ulaştık. Derin bir ne-
fes alıp Marshal Josip Broz Tito ile konuştum:
“Tito, ölümsüzlüğün bedenen olmadığını ama ruhen
olduğunu bir kez daha anladım. Ruhunun ölümsüz-
lüğü ışık olsun. Sen öylesine güçlüymüşsün ki, altı
tane milleti bir çatı altında toplamış ve 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra faşizan güçleri bertaraf etmişsin.
Senin gibiler nadir geliyor dünyaya… Buradan sen
gittin ya… İşte o zaman ‘kardeşler’ birbirlerini vura
– kıra katletti. Bir gidip görsen Bosna’daki kalbura
dönmüş binaları… Nato, Sırplara müdahale etme-
se 6 milletten günümüze kaçı ulaşırdı… Rahat uyu
Tito’m!”
Akşam güzel bir yemek yemek istedik. Kaç gündür
börek ve ıvır zıvırlarla geçiştirmek zorunda kaldığı-
mız öğünlerden sıkılmıştık. Ada Ciganlija’ya (Çin-
gene Adası) gitmemiz önerildi. Kaldığımız otelden
kolayca yürüyerek ulaşabilirdik. Fakat kâbus gibi
bir deneyim bizi bekliyordu. Gecenin karanlığında
Ciganlija’da kimsenin olmaması bir yana, yürüyüş
yolu olduğu için hiçbir araç da geçmiyordu. Resto-
ranlar kapalıydı ve sadece içki içilecek yerler vardı.
Meğer yazın restoranlar açılıyormuş ve sezonunda
gitmediğimiz için yemek de bulamamışız.
Yorgun argın otelimize dönüp uyurken, ertesi günün
güneşli olacağını içimden tekrarlayarak ruhumu ra-
hatlatıyordum.
Ertesi gün gerçekten de güneşli bir güne uyandım.
Ruhumdaki bulutlar dağılırken, “Bugün Zemun
günü!” dedim.
1896 yılında inşa edilen ve Tuna Nehri’nin sağın-
da bulunan Zemun Kulesi, güneşli bir günde daha
güzel gezilirdi. Zemun’a gelmeden önce buranın
daha yüksek olacağını hayal etmiştim ama yalnızca
36 metre yükseklikte, masal dekoru gibi bir yapıy-
dı. Sanki birazdan bir Prenses pencereye çıkıp, bu
yuvarlak ve kızıl kuleden sarkıp prensinin kucağına
atlayacaktı!
Tuna Nehri’nin üzerine güneşin parlak ışıkları yansır-
ken, beyaz kilisenin çanları aheste aheste çalıyordu.
Bu topraklara barış ve güneş yakışırdı. O an bir daha
savaş olmamasını diledim…
Sırbistan’dan ayrılırken içimde kuş tüyü hafifliği vardı.
Tuna Nehri’nin üzerine
güneşin parlak ışıkları
yansırken, beyaz kili-
senin çanları aheste
aheste çalıyordu. Bu
topraklara barış ve gü-
neş yakışırdı. O an bir
daha savaş olmamasını
diledim…




